top of page
konuralp150915.png

ANADOLU TARİHİ - 1

Güncelleme tarihi: 4 gün önce


Konuralp . Araştırma Yazısı .

Yazan: Zerrin Avan



Oğuz Han'dan Süleyman Şah'a


Konuralp
Konur Alp, Osman Bey, Akça Koca - (Görsel: All About History Book of the Ottoman Empire-2019)

Yazar Joseph von Hammer'ın 1827'de C. A. Hartleben’s Verlag, Pest (Budapeşte) tarafından yayınlanan (Basım: Anton Strauss in Wien (Viyana)) kitabı, "Geschichte des Osmanischen Reiches" -Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi- Osmanlı tarihçiliğinin Avrupa’daki en erken ve kapsamlı çalışmalarından biridir. Bu yazı, bu kitap baz alınarak yazılan tarihsel süreç hakkındadır. Antik çağlardan Bizans’a, Selçuklu’dan Osmanlı’ya akan büyük anlatının içinde, Anadolu’nun bir kez daha “adlandırılma ve yönetilme” biçiminin değişimine değinilecektir. Aynı zamanda bu tarihsel süreçte, Osmanlı Sultanı Osman Bey ve oğlu Orhan Bey'in akıncı beyi Konur Alp'ten bahsedilecektir.


Kitabın giriş kısmında yer alan ve Çar I. Nikola’ya (1796–1855) ithafen yazılmış metin;


"Tüm Avrupa imparatorlukları arasında yalnızca Rus İmparatorluğu kesintisiz biçimde Asya’nın derinliklerine kadar uzanır. Ve Rus çarı ile Osmanlı sultanı yalnızca iki kıta ve iki deniz üzerinde hüküm süren hükümdarlar olarak değil, aynı zamanda en çeşitli dillerin ve dinlerin üzerinde egemenlik kurmuş idareciler olarak da birbirleriyle temas halindedirler. Üç yüzyıldır…"


Çar I. Nikola, 1825’ten 1855’e kadar hüküm sürmüş ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinde önemli bir figürdür.


Geschichte des Osmanischen Reiches

“Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihi”

Yazar Joseph von Hammer'ın 1827'de C. A. Hartleben’s Verlag, Pest (Budapeşte) tarafından yayınlanan (Basım: Anton Strauss in Wien (Viyana)) bu kitabı, Osmanlı tarihçiliğinin Avrupa’daki en erken ve kapsamlı çalışmalarından biridir. Joseph von Hammer (daha sonra Hammer-Purgstall olarak da anılır), Avusturyalı bir diplomat, oryantalist ve tarihçidir. Bu çok ciltli eser, özellikle Osmanlı arşiv kaynaklarına dayalı ilk Batılı tarih yazımı örneklerinden biri olarak kabul edilir.


Joseph von Hammer’ın Osmanlı tarihine duyduğu hayranlık, eserin kaynak gücü ve evrensel tarih içindeki yeri hakkındaki görüşleriyle şekillenmiş.


Konuralp Antik Tiyatro
Osman Gazi Dönemi
Görsel : Herbert Adams Gibbons - The Foundation of The Ottoman Empire, s.32


Önsözden...

Osmanlı tarihi, kaynaklara erişim, zaman-mekan yakınlığı, ve tarihi süreklilik açısından Batılı bir tarihçi için eşsiz bir zemin sunmaktadır. Kitabın önsöz bölümünde yazar Joseph von Hammer;


"Otuz yıl geçti ki, Johannes von Müller’in teşvikiyle kendimi tarih çalışmalarına — özellikle Doğu tarihine ve bilhassa Osmanlı tarihine — adadım; dil bilgisini, tarih araştırmalarının ve yazımının yüce amaçlarına tabi kıldım. Ben de “İnşallah” diyerek, konunun önemini, malzemenin büyüklüğünü ve miktarını, çalışmanın uzunluğunu, ön hazırlıkların zorluklarını ve eksik araç-gerecin teminindeki sıkıntıları göz önünde bulundurarak bu işe giriştim. Osmanlı İmparatorluğu, beşiği Orta Çağ’ın sonunda kurulmuş, gençliğinden ihtiyarlığına dek üç yüzyıl boyunca modern tarih sahnesini etkin ve sonuç dolu şekilde doldurmuş; büyük ve dünya tarihi açısından son derece dikkat çekici bir devlettir. Kaderi yalnızca Asya ve Avrupa’daki komşu ülkeleriyle sıkı sıkıya bağlı kalmamış, aynı zamanda Avrupa ve Afrika’daki devletleri de etkilemiştir: Kuzey Denizi’nden Akdeniz’e, Britanya ve İskandinavya kıyılarından Herkül Sütunları’na (Cebelitarık) ve Nil’in çağlayanlarına kadar uzanmıştır.

Adeta güçlü bir devdir ki…

Bir ayağı Asya’da, diğeri Avrupa’da duran (Osmanlı), iki kıta arasındaki ticaret ve deniz yolculuğuna geçit veren bir konumdadır. Günün birinde (tüm imparatorlukların kaderi gibi) yıkıldığında, harabeleriyle üç kıtayı da örtecek bir enkaz bırakacaktır.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun kalıntıları üzerinde yükselen Osmanlı, hâlen Bizans’ın en parlak dönemindeki sınırlarından daha geniş bir alana sahiptir. Henüz onun yaşının ancak yarısı kadar olsa da, tarihçiye şimdiden hilalin evreleri gibi — büyüyen, dolunay ve küçülen — dönemlerini sunmaktadır.

....

Buna karşılık, Osmanlı tarihi zaman ve mekan bakımından en yakın komşuluğun sağladığı avantajlardan, geçmiş ile şimdi arasındaki en doğrudan bağdan ve tüm kaynakların bir araya getirilebilme imkânından yararlanır. Ancak bugüne kadar bu kaynakların tanınmaması, nadir bulunmaları… Osmanlı tarihini konu alan iki yüz kadar Türkçe, Arapça ve Farsça eserden — tamamını veya bir kısmını kapsayan — büyük İngiliz Oryantalist Sir William Jones bile yalnızca bir düzinesini tanıyordu. İstanbul’daki kamuya açık kütüphanelerde ise, tarihî eser olarak en fazla birkaç düzine cilt bulunmaktadır. Otuz yıl boyunca hiçbir zahmetten veya masraftan kaçınmadan bu kaynakları bulmaya, satın almaya ya da en azından kullanmaya çalıştım. Bu amaçla İstanbul’da iki kez kaldığım sürede ve Levant yolculuğum sırasında yalnızca kitap pazarlarını ve kütüphaneleri araştırmakla kalmadım; İstanbul, Bağdat, Halep ve Kahire’de mektuplaşmalar yoluyla sürekli tarihî eser aradım ve buldum. Bu uğurda Almanya’da Viyana, Berlin ve Dresden kütüphanelerini; İngiltere’de Cambridge ve Oxford’u; Paris’te Kraliyet ve Arsenal kütüphanelerini; İtalya’da Venedik’te San Marco’yu, Milano’da Ambrosiana’yı, Floransa’da Laurenziana ve Magliabecchiana’yı, Napoli’de Museo Borbonico’yu, Roma’da Vatikan, Barberini ve Maria sopra Minerva’yı, Bologna’da ise oldukça zengin Marsigli koleksiyonunu çalışarak kullandım."


Bu önsöz; Hammer’ın metodolojisini, kaynaklara olan bağlılığını, bireysel emek ve çabasını ve entelektüel dünyasını büyük bir samimiyet ve titizlikle anlatıyor.


Yazarın yararlandığı kaynaklar:

Yazar Joseph von Hammer, edindiği bazı değerli eserlerin örneklerini vermiş:


  • Ravżatü’l-ebrar (Mufti Ali Efendi’den)

  • Şemailnâme (Padişah portreleriyle)

  • İnşâ koleksiyonları (resmî belgeler)

  • Haşîyet-i bîşişt (Mekke’ye dair bir eser)

  • Şekāik ve Nafī’î’nin Ecfahbāl en-nāsır’ı

  • Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi (100 dukat ödediğini belirtir)


Yazar Joseph von Hammer;

Eğer Katip Çelebi (Hadschi Chalfa) gibi meşhur bibliyografın kronolojik ve coğrafi çabaları olmasaydı, Osmanlı tarihi karanlıkta el yordamıyla yazılmak zorunda kalacaktı. Katip Çelebi’nin kronolojik cetvelleri, Asya coğrafyası ve Rumeli üzerine çalışmaları, zaman ve mekanda doğru yönlendirme sağlayan az sayıdaki güvenilir Türkçe kaynaklardır. (kitap s.21)
Murad II’nin İstanbul kuşatmasından haberdar olmayan; aynı sultanın Selanik’i fethettiğini bilmeyen bir yazarın tarihçiliği sorgulanmalıdır. Oysa bu olayları Dukas, Phranza ve hatta Chalkokondyles açıkça yazmıştır. Hatta Gibbon gibi, Osmanlı tarihinin erken dönemine dair tek klasik Batılı yazar olarak tanınan biri bile — kaynaklara erişimi, tarihî eleştirisi ve üslup sanatı ne kadar güçlü olursa olsun — birçok hata yapmıştır. Bu hataların pek çoğu, yalnızca Bizans kaynaklarına tek taraflı bağlı kalınmasından kaynaklanmaktadır. (kitap s.23)

Gibbon’s History of the Decline and Fall of the Roman Empire, London, 1788. Bu eser, Hammer tarafından büyük saygıyla anılsa da, eleştirilmeden bırakılmaz.



Osmanlı tarihi, yalnızca Bizans kaynaklarıyla değil, aynı zamanda Osmanlı ve İslam kaynaklarıyla da derinlemesine araştırılmalıdır. Hammer, burada kendi tezine geçiyor:


Çinlilerin “Tuku” (Türk) dediği halkın, Altay Dağları (Altuntagh = Altın Dağ) bölgesinden çıktığı, buradan verimli steplere yayıldığı, Cedit Türkistan bölgesini oluşturduğu, kuzeyde Sibirya’ya, güneyde Tibet’e ve batıda Buhara’ya kadar genişlediği anlatılır. Bu topraklara “Türkistan” denir; otlakları, Taraf camisi, yayları ve Taraf yayı ile tanınır. (kitap 1.bölüm, s.2)

Türkistan’ın şehirleri, Turan kavramı, Türkler hakkındaki eski Pers ve Çin algısı, özellikle de Uygurların kökeni ve dili üzerine;

Yazar Joseph von Hammer, Uygurların Türk dilinin saf formunu temsil ettiğini vurgular. Tşatş şehri (bugünkü Taşkent), atlarının ve halkının gücü, güzelliği ve yağmacılığıyla tüm Doğu dünyasında ün kazanmış bir yerdi. İranlı şairler, bu şehir halkını göksel yıldızlara (Orion, Canopus, vs.) benzeterek övmüş; bu halklar kız kardeşleriyle evlenmek gibi efsanevi hikâyelerle anılmıştır. Eski Persler, kendi topraklarına “İran”, geri kalan her yere “Aniran” (yani İran dışı) derdi. Oxus’un (Amuderya) ötesindeki doğu topraklarına bugünkü Türkistan, eski adıyla Turan denirdi. Turanlılar adı, Türkler için kullanılan genel bir tanımdı. Bu, Greklerin “barbar” diye adlandırdığı kavimlerin karşılığı gibiydi. Hatta “Turanlı” adı, Grekçe’de zamanla “Tyrannen” (zalim, tiran) sözüne dönüşmüştür. Bugün bile bazı Osmanlılarda “Türk” kelimesi barbar anlamında kullanılır. Uygurlar, yani Karakurum’dan Turfan’a kadar oturan Doğu Türkleri, Bizans kaynaklarında Sibirya Türkleriyle özdeşleştirilmiştir. Çinliler, onları Hunniu adıyla anar ve bu isim bazen Hunlarla karıştırılır. Uygurların dili, en saf ve en eski Türkçedir ve daha sonra Çağatayca olarak adlandırılmıştır. Çağatay, Cengiz Han’ın oğlu olup bu bölgeye egemen olmuş, halkı da daha sonra Ubçeg Han döneminde “Çağatay dili”ni kullanmaya devam etmiştir. (kitap 1.bölüm, s.3)


Oğuz Han ve Oğulları;

Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz.

Çağatayca dili, en yüksek gelişimini orta düzeyde tamamladıktan sonra (15. yüzyılda), edebiyatının durması nedeniyle gelişimini durdurdu. Buna karşılık, Osmanlı Türkçesi hâlâ canlı biçimde yaşamaktadır. Uygurların soyundan gelen Özbekler, Osmanlıların doğudaki akrabaları olarak anılır. Her ne kadar bu iki grup arasında geniş İran coğrafyası bulunsa da, tarih boyunca doğal müttefik ve komşu düşmanları Perslere karşı ortak siyasi bağlarla birbirlerine bağlı kalmışlardır. Türklerin kendi efsaneleri her ne kadar tarihî doğruluk iddiası taşımasa da, kültürel açıdan büyük önem taşır. Bu efsaneye göre, en eski çağlarda, Oğuf (Oğuz) Han, yani Kara Han’ın oğlu, Türk gücünün ve kültürünün kurucusudur. O, hem fetihlerle, hem de kanunlarla uygarlık inşa etmiş, İbrahim peygamberle aynı zamanda yaşamıştır. (kitap 1.bölüm, s.4)


Hammer burada destan ile tarih arasında metodolojik bir çizgi izler; anlatının mitolojik kökenini kabul eder ama kültürel değeri nedeniyle onu detaylı şekilde aktarır;


Oğuz Han, babasının putperestliğini terk ederek daha saf bir Tanrı inancına yönelmiş ve onunla birlikte yetmiş yıl boyunca iç savaş ve din savaşlarına katılmıştır. Babası Kara Han’ın kışladığı Karakurum’dan ayrılarak, Urtag ve Kurtag dağları (“Urtag” ve “Kurtag”, yaz/kış yaylak ve kışlak anlamında dağ adlarıdır.) arasından güneye inmiş ve Yassi (bugünkü Yaş) şehrini başkent yapmıştır. Burası hem eski hem yeni Türk hükümdarlıklarının ve dinî kültürlerinin merkezi kabul edilir. Rivayete göre Oğuz Han’ın altı oğlu vardır. İsimleri mitolojik kökenlidir: Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ, Deniz. Oğuz Han, bir gün oğullarını “mutluluk avına” gönderir. Onlar av dönüşü bir yay ve üç ok getirir. Bunun üzerine Oğuz Han yayı büyük üç oğluna, üç oku ise küçük üç oğluna verir. Sonra bu üç küçük oğul, okları birer birer kendilerine ayırır; büyük oğullar ise yayı üçe bölerek paylaşırlar. (kitap 1.bölüm, s.5)


Böylece oğulları, Oğuz İmparatorluğu’nun doğu ve batı topraklarına bölündü:

Sol kanat → Üç Ok → doğu Türkleri

Sağ kanat → Boz Ok → batı Türkleri


Efsaneye göre bu altı oğuldan her biri dört soyun atası oldu ve 24 Oğuz boyu böylece doğdu. Oğuzlar, Türkistan ve Seyhun ile Ceyhun nehirleri arasındaki bölgede hüküm sürmüşlerdir. Yazar, Osmanlı ve Memlükler gibi devletlerde de bu kültürel yapının devam ettiğini belirtir. (kitap 1.bölüm, s.6)


(Oğuz boyları) Seyhun (Jaxartes) ve Ceyhun (Oxus) nehirleri arasındaki bölgeyi aşarak, sonunda Boğaz ve Tuna’ya kadar fetihler gerçekleştirmiş ve buralarda hüküm sürmüşlerdir. Oğuzların, Selçukluların ve Osmanlıların tarihçileri, bu hanedanların soyunu sağ kanattaki üç han oğlundan türetirler:


  • Oğuzlar → Dağ Hanından (Chane des Berges)

  • Selçuklular → Deniz Hanından (Chane des Meeres)

  • Osmanlılar → Gök Hanından (Chane des Himmels) türetilmiştir.

Osmanlıların ortaya çıkışı, Selçukluların çöküşüyle bağlantılı olduğu için, önce Oğuzlar ve Selçuklulara dair bilgi verilir.

Perslerin Kisra’sı (Hüsrev) ve Arapların Halifeleri ile mücadele etmişlerdir. Hz. Muhammed’den yaklaşık 250 yıl sonra, Salur adında bir lider, Tak-Chan’ın soyundan geldiği kabul edilen bir bey olarak 2.000 aileyle birlikte İslam’a girmiştir. Bu liderin adı “Çanak” veya “Kara-Han” olarak anılır ve halkı İslam’ı benimsemiş Türkler anlamında “Türkmen” adını almıştır. Türkmen kelimesi, “Türk” ve “iman” (inanç) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Bu topluluk batıya doğru göç etmiş; bir kısmı Batı Ermenistan’a, diğer kısmı ise Hazar Denizi’nin doğu kıyısına yerleşmiştir. Bu yerleşen halklara “Türkmenler” adı verilmiş ve yaşadıkları yerler de Türkmenenland (Türkmeneli) olarak anılmıştır. (kitap 1.bölüm, s.6-7)


Büyük Selçuklu Hanedan Sultanı Tuğrul Bey

Yeğeni Alp Arslan

Büyük Selçuklu Hanedan Sultanı Tuğrul Bey, Selçuk’un torunu olarak, halifeye bağlılığını sunduktan sonra Abbasi halifesi tarafından resmen tanındı. Halife ona Emirü’l-Ümera (Emirler Emiri – İslam dünyasında en yüksek dünyevî makam) unvanını verdi. Tuğrul – Alp Arslan geçişiyle birlikte Selçuklular tam anlamıyla sultanlığa yükseldi.

(kitap 1.bölüm, s.9)


Tuğrul’un ölümünden sonra yerine yeğeni Alp Arslan geçti (adı “Güçlü Aslan” anlamındadır). Alp Arslan, amcasının yerine geçtikten sonra büyük bir askeri lider olarak hızla doğuya ve batıya yöneldi. Fırat Nehri’ni geçerek Kapadokya’ya (Kayseri) girdi. Anadolu içlerine ilerleyerek Phrygia (Afyon-Konya civarı) bölgesine kadar geldi. Bizans–Selçuklu ilişkilerinin savaşa evrilmesi ve Malazgirt’in tarihsel arka planı oluştu. Romanos’un düşüşüyle Bizans’ın iç krizleri, Türklerin Anadolu’ya girişini hızlandırdı. (kitap 1.bölüm, s.10-11)


Alp Arslan'ın oğlu Melikşah

Melikşah'ın kuzeni Süleyman Şah

Alp Arslan'ın oğlu Melikşah ile İsfahan, Nişabur, Merv, Belh, Herat, Musul, Basra ve Bağdat gibi şehirlerde medreseler ve akademiler kuruldu. Bunların en ünlüsü, Bağdat’taki Nizamiye Medresesi idi. Melikşah, ölümünden 18 yıl önce (yaklaşık 1074), kuzeni Süleyman Şah’a (Büyük Selçuklu hanedanından) Antakya’nın batısındaki tüm toprakları, yani Rum diyarını / Anadolu’yu yönetme yetkisi vermiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin meşru temelleri, Melikşah tarafından önceden atılmıştır. Bu nedenle, Süleyman Şah’ı doğrudan Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak kabul etmeliyiz. (kitap 1.bölüm, s.12-13)



Oğuz isyanı sonrası yeniden şekillenen Orta Asya güç dengesi

Selçukluların son büyük sultanı Sencer ile birlikte Selçuklu Devleti, bu noktadan itibaren parçalanmaya başlar ve Anadolu’daki Türkmen beylikleri zamanla bağımsızlaşır. Bu ortamda Osmanlı’nın doğuş zemini hazırlanır. Selçuklu Devleti’nin en güçlü sultanlarından Sencer, kendi halkı olan Göçebe Oğuzlar (Guzlar/Ghusen) tarafından esir alınır. Oğuz isyanından sonra, göçebe Türk boyları, Hazar Denizi’nin doğu ve batı kıyılarına yerleşir ve Türkmenler adıyla anılır. Bizans tarihçileri bu halkı, Guz, Uzes, veya Usen olarak adlandırır. Bu topluluklara ayrıca şu boylar da dahildir: Kumanlar, Peçenekler, Kanglılar. (kitap 1.bölüm, s.16-18)


Doğu’daki Büyük Selçuklu İmparatorluğu çöküşe geçerken, Batı’daki, yani Küçük Asya’daki (Anadolu’daki) Selçuklu kolu hızla yükselir. Doğudaki çöküş ile Batı’daki (Anadolu’daki) doğuş eşzamanlıdır. Selçuk Bey'in küçük oğlu Süleyman Şah, Osmanlı’yı doğrudan kurmaz ama Osmanlı’nın çıkış yapacağı siyasi ve askerî yapıyı inşa eden kişidir. (kitap 1.bölüm, s.20)






Kaynak:


GESCHICHTE DES OSMANISCHEN REICHES - JOSEPH von HAMMER - Büyük ölçüde daha önce kullanılmamış el yazmaları ve arşivlerden. (OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN KURULUŞUNDAN

KONSTANTİNİYYE'NİN FETHİNE KADAR. 1300–1453.) / Published by C. A. Hartleben. 1827.

Printed by Anton Strauss in Vienna. (Orijinal from Harvard University)



Kommentare

Mit 0 von 5 Sternen bewertet.
Noch keine Ratings

Rating hinzufügen
  • Twitter
  • Instagram
  • Facebook
  • Pinterest
bottom of page